Açıklama : |
Bazı sözler, yürekteki buz tabakalarını, ne kadar kalın olurlarsa olsunlar, birkaç saniyede kırarlar.
Katılığın sarsılmaz kalelerini birdenbire çökertirler, duygusallığın önünde yükseltilmiş duvarları yıkarlar.
Bizi, içinde tek yolcu olarak "pişmanlığın" oturduğu bir "duygulararası" uçağa bindirir ve büyük bir hızla anılarımıza çarparlar.
Onlardan geriye sadece savrulan gölgeler ve yaralanmış harfler kalır.
Bu sözlerden birini, hiç unutmuyorum.
Ben unutmaya çalıştıkça, yaşam adını verdiğimiz anılar ağacının dallarına konan bir kuş, şarkısının arasına o sözü de sıkıştırıyor:
"Elimi bırakma..."
Anı ağaçlarının doldurduğu bellek ormanına dolan gece, birden yankılarla buluşuyor:
"Elimi bırakma..."
"Elimi bırakma..."
Evlerin damlarının sıcağa iyice alıştığı bir yaz öğlesinde koşuyorum.
Kavak ağaçlarının çevrelediği bahçenin uzak köşesinden gelen sese doğru.
Kötü bir şeyler olduğunu sezinlemenin telaşıyla düşe kalka.
Ses, bahçenin sonundaki kuyunun yakınından geliyor kulaklarımı dolduruyor:
"Elimi bırakma!"
"Elimi bırakmaaaa..."
Ben kuyunun yanına varmadan birkaç saniye önce, iki elin birbirinden kopuşu...
Küçük bir gövdenin suya çarparken çıkardığı ses...
Suyun içinde çırpınan çocuğun çığlıkları...
Kuyunun sessizliğe gömülüşü...
Elinden kayan kardeşini kurtarmak için kuyunun karanlığına atlamak isteyen ağabeyi durdurmaya çalışışım... Kuyunun başında aklını yitirmişçesine ağlayışı...
Bir daha ağaçlara tırmanıp, birlikte elma toplayamayacağım arkadaşımın kuyudan çıkarılışı...
Bir yakınımın ölüsünü ilk kez görüşüm...
Yıllar, kuyuların içini toprakla doldura doldura, zamanın kaydırağından kayıp gitti.
Bense, çığlıklarla dolu o kuyunun başında kalakaldım ve yaşamımın herhangi bir anında kim bana "elimi bırakma" dediyse, onun elini bırakamadım.
Bırakırsam, elin sahibi, kuyunun dibinde yitip giden çocukluk arkadaşım gibi, ölüme açılan bir pencereden bana son kez bakacakmış duygusuna kapıldım.
Bu yüzden, haketmeyen insanların elleri bile, avcumun içinde kaldı hep.
Kimi gün, yeryüzünün, yan yana gelmiş iki elin içinde soluk alıp verdiğini duyumsadım.
Korkunun ve yalnızlığın el ele tutuşularak yenileneceğini fark ettim.
Aşkın ellerle kutsandığını, emeğin ellerle yüceltildiğini anladım.
Bebeklerin, yürümeden önce, elleri üzerinde emeklediklerini gördüm.
Avuçlarımdaki yaşam çizgilerine bakıp, geleceğimi göreceklerini söyleyen falcıların geçmişlerinin yanından gülerek geçtim.
Tren istasyonlarında, yol kıyılarında oturup, tanımadığım yolculara el salladım.
Uyurken ellerimi hep yorganın altına soktum.
Beğendiklerimi alkışladım, sevdiklerimi okşadım.
Melih Cevdet Anday'ın,
"Orman sen elimi tutunca başlardı.
Yarılırdı bir incir gibi ortasından.
Koşardık yukarı iki büklüm, soluk soluğa.
Alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri
Keserdi hızımızı.
Elimi bırakma.
Elimi Bırakma." dediğini duydum.
"Okurlar, her zaman olduğu gibi, bu yazının da ne kadarının gerçek, ne kadarının düş olduğunu soracak olurlarsa; onlara söyleyebileceğim şey, gerçek sandıklarının düş, düş sandıklarının da gerçek olduğudur. "
Kusurları ile... |